RSS

Zaniye

“Darbuka sesini duyunca yerimde duramıyorum…”

Sözüm ona sihirli olan bu sesi duyunca direk oynamaya başlayan kadınlardaki oryantal sevdasını ve bu psikolojiyi anlamak için belli bir süre uğraştım…Aslına bakılırsa , “anlayamıyorum ben” deyip işin içinden sıyrılabilirdim ama bu kez gerçekten merak edip düşünmeye başladım…
Kadınların bir araya geldiklerindeki(altın günü,çay günü vb. bilimum günler) yaptıkları bir eylem olarak , ‘oryantal’ veya ‘göbek atmak' ilk başta gelişen bir durum değil…Çoğu zaman kısır , çay ve pasta böreğin eşlik ettiği bu tür toplantıların “nihai sonucu” nedense bu oluyor…Yani en nihayetinde bir şekilde kısırla dolmuş midenin yarattığı huzursuzluk hali kadınlarda bir kurt dökme isteği mi oluşturuyor bilmiyorum…
Şimdi diyebilirsiniz ki , bu tarz şeyler artık eskimeye başladı , genelde olmuyor ama hala önemli bir kesimin –ki bu kesim onlar gibi olmayanların azınlığı karşısında oldukça üstündür- bu eylemlerde bulunduğu bilinen bir gerçek…
Bir de bunun hiyerarşisi söz konusu , yani söz gelimi ; genç bir kızın bulunulan ortam içerisindeki "kurt dökme" isteği(göbek atma,stres atma,kıvırma,oryantal) , çoğu zaman ortamdaki büyük kadınlar tarafından önemsenmeyebiliyor…Bunun için kıdemli bir kadının buna liderlik etmesi gerekiyor…İstisnai durumlarda ise liderliğini bir an olsun kendinden yaşça küçük kişiye bırakan kadın : “hadi öyleyse , bir oyun havası açın da ‘bari’ kurtlarımızı dökelim” cümlesini kurabiliyor…Burada kilit nokta ve yaşça küçüğü sevindiren kelime “bari” oluyor…
Oynanmaya başlandığında ise , güzel oynama kavramı söz konusu oluyor…Eğer ki kıvırmanız beğenilirse , sizde de saçma sapan bir 'özgüven' gelişiyor…Bu özgüven ,kadınların üzerinde oynamanın kendisinden daha çok etki bırakıyor diye düşünüyorum…Zira biraz önce kişide gelişen kıvırma özgüvenin neticesinde o kişinin kıvırması , ortamdaki diğer kadınlar tarafından profesyonel bir oryantal dansçısının kıvırmasıyla karşılaştırılıyor…Çoğu zaman kıvırma konusunda özgüveni yakalamış kişi , herkesten iyi kıvırdığı gerekçesiyle kendini beğenerek histerik gülüşler atabiliyor…Buna şahit olan insanların oynanılan yere(salon ortası)çıkması zorunlu hale gelebiliyor , istemeseler bile…Kesinlikle mantığının sorgulanmasına bile izin vermeyen türden manyak ve deli saçması bir eylem bu…
Yeterince kendini kanıtlamadan sonra , asıl depremin ardından yaşanan artçı şoklar gibi bu eylem bir süre daha devam ediyor(azınlık amatör oryantaller arasında)…Kıvırma veya adına ne derseniz , tam bir doruk noktası bu tür günlerde yani bunun ardından pek bir eylem yapıldığı görülmüyor…

İşin ‘psikolojik boyutu söylemi’ aslında biraz hafif kalıyor diyebilirim bunun için…Neden derseniz , her şey psikolojik olmaya başladı hali hazırda…Sanırım kıvırmayı da psikolojik diye yaftalamak kolaycılık olur… Kişisel bir eylem olmaktan çok , topluca yapıldığı için buna sosyolojik açıdan bakmak gerekebilir…
İnsanı bu denli harekete geçiren , daha doğrusu bir müzik aletinin insanın herhangi bir organını bu kadar etkilemesi kabul edilebilir bir şey değil bana göre…Zaten beynin saf dışı bırakıldığını söylemem lazım…Tamamen göbek ve kalça ile ilgili , önlenemeyen(!) bir durummuş bu…Öyleymiş yani…Yani nasıl oluyor da sadece bir darbukaya vurulması , bir insanı dünyadan soyutlayıp , onu yerinden kaldırıp , delice göbek atmasını sağlayabiliyor ? Bu denli bir soyutlanma , aslına bakılırsa güzel olarak addedilebilir kadınlar tarafından…Zira hiçbir şeyi önemsemiyorlar…
Bu konu üzerindeki naçizane fikirlerime katılmadığınızı hisseder gibiyim…Ukalalık konusunda benimle yarışabilirsiniz elbette memnun olurum ; o öyle değil böyledir diyebileceğiniz şeyler varsa bilmek isterim…
Üzerimde psikotik bir etki yaratmasa da , yıllardır “Mezdeke” albümündeki şarkılara maruz kaldığımı itiraf etmem gerekir…Yıllardır da hala aynı parçalara oynayan insanları görüyor ve şaşırıyorum…
Ve belki de şuan bir yerlerde darbuka sesini duyduğu anda yerinde duramayan birçok insan kıvırmaya devam ediyor…

Goby

Bu…
Ben miyim gerçekten ?

Baktığım sadece baktığım gerçeklik aynasında , orada olmadığımı görüyorum…
Kayıp gözlerim gidiyor anlamsız boşluğa…
Anlamı sorgulamak güçleşiyor günden güne…
Bulduğum şeyler varlığım mı yokluğum mu bilemiyorum…Sadece bakıyorum flu bir tabloya , bulduğum şeyler yoktan yok üretiyor yine…
Yükselip gidiyorum bazen…Öfkelenip…Bir balon oluşturup birden görünmez bir iğneyle patlatıyorum kendimi yine kendi oyun havuzumda…
Oyun oynamayı da bilmiyorum…'Hileye' aldanışım hep bundan…
Göz kırpıyor yaşamın sahte sözleri , bu bir oyun ve sen de bir oyuncusun diye…
Ben ki 'oyuncu' olmaktan 'bıktım'…
Sadece bir soru içerisinde bulanmıyorum…Soru işaretlerinin anaforunda yüzüyorum…Her biri vasıfsız…
Bir söz var “sadece ölü balıklar akıntıda sürükleniyor” diyor…
Söz söylemek kolay diyorum…İç çekiyorum…
Akıntıyı aşıp bir yere vardığını sanan balıklar varmış gibi sanki…
Umursamayışım bundan…
Ve onları düşünüyorum…
Nereye gittiklerini bilmediğim düşüncelerimi…Onlara sormuyorum da…
Gerçekten bilemiyorum bazen , ne yapacağımı , neye itimat edip , neye hayıflanacağımı…
Bir takım sakil düşünce ordusu zırhımı delip giriyor , bedenimi yerle bir ediyor… Bu kadar durağanlık fazla mı diye sormuyorum kendime…
Zaten sorular her zaman var , bir de ben kendime zulmetmiyorum…
Yanılsamalar içerisinde , korkuyorum aslında…Ne olduğunu bilmediğim bir şeyden…
Bilmediğimden korkmuyorum , bilirsem diye korkuyorum…

Bu…
Ben miyim gerçekten ?

Her dakika , her bir hücresi ölen , onları tutamayan , gözünün önünde bunları gören…
Buna rağmen şişip büyüyen bir kar topu gibi , çığa özenen…
Her türlü pisliği ve kiri toplayan günden güne…
Hani o beyazlığın diyorum ?
'Eskidendi'…
'Zifiri' oldum artık ben…'diyemiyor'
Küstahlık mı dersin buna ?
Cevap veremiyorum işte….

Bakıyorum , bitap gözlerle , benzerlikte sınır tanımayanlara…
Onlar sahip olsun diyorum…
Anotlar sizin olsun…
Geriye kalan bütün katotlara ben malikim nasılsa…

Her şeyi karşına aldığında , kendini açık okyanusta gibi hissetmek
Çoğu zaman zorlamıyor…
Yüzmeyi bir kere öğrettikleri için…
Boğulup gitmiyorsun o lanet denizde…İstesen de…
Hayat sana elini uzatıyor ve güzel bir bahane uyduruyor her zaman
Bırakıp gitmemen için :
“Denizler kışın sıcaktır”…

Düşünce denizimden kendimi dışarı fırlatıp
Yalancıktan nefes alırmış gibi,
Soruyorum yine kavruk ve paçavra yüzgecime :
Bu…
Ben miyim gerçekten ?

Oturan

Oturan bir milletiz…Genelleme yapmamın nedeni , gözlemlerime dayanıyor diyebilirim…Aslında gözlem yapılmasına gerek bile kalmadan , bunu anlayabilirsiniz…Keza bu konu benim bir anda aklıma geldi…
İnanılmaz bir şekilde sürekli oturuyoruz , belki bunu fark etmememizin nedeni de yine sürekli oturuyor oluşumuzdur…Oturmak çok ilginç bir eylem “biz”ler için…Bu kadar özümsediğimiz , sindirdiğimiz halde sadece bize söylendiğinde farkında olabileceğimiz ender eylemlerden birisi…Bu ne demek ?
Geçenlerde birisine “Ne yapıyorsun?” diye yönelttiğim soruya aldığım yanıt “Oturuyorum…” oldu…Çok kapsamlı yanıt beklerken , verilen cevapla birlikte hayal kırıklığına uğrayan bir insan psikolojisiyle , durumu ilk başta önemsedim , sonra salladım...Zaten kim olsa , birinin neden oturduğuna dair bir anlam getiremez…Değil mi ? Ola ki oldu diyelim…
Günlük yaşamda galiba yatmaktan sonra en çok yaptığımız eylem oturmaktır…Uykudan geriye kalan çoğu eyleme oturmak öncülük ediyor...
İşe , okula vb. gitmek için giyiniyor , hazırlanıyoruz…Giderken toplu taşıma araçlarında kesinlikle ayakta durmak yok , mutlaka bir yere oturulacak…Bunun için yer yoksa , yer olana kadar beklenecek…Böyle bir alışkanlık beynimize işlenmiş…Ayakta gidiyorum bundan mutluyum diyen insan sayısı da azdır sanırım…Zira gidilecek mesafe uzun olduğu için bunu göze almak biraz zor geliyor biz insanlara…
Yaptığımız işler belli , genellikle masa başı işler…Öğrenciyseniz , oturduğunuz o lanet sıralardaki öğrenim mücadelesi…Çalışılıyor ve acıkılıyor doğal olarak…Gariptir ki , ayakta veya yürürken bir şey yemeyi insanımız yadsıyor…”Gel şöyle “oturalım”da iki bir şey yiyelim(atıştıralım)” cümlesi çok da yabancı değildir herhalde…”Şurada “oturup” soluklanalım da çay , sigara içelim…” Tamam sigara ayakta da içiliyor olabilir ,onu es geçelim…Oturmak için okulumdan örnek vermem gerekirse : çok az bulunan masa ve sandalye ikilisine(oturmak için binbir uğraş verilen) alternatif olarak , soğuk ve “götü donduran” betonlar tercih edilebiliyor…Koşullar sizi yine aynı eyleme itiyor…

Bu oturma olgusu acaba bize yüzyıllar önceden işlenmiş bir motif mi diye düşünmeden edemiyorum…Aklıma Melikşah , çevresindekiler ve oturduğu yerin görüntüsü geliyor…
Oturulan yerin heybeti sanırım zamanla insana da bir özgüven kazandırmış…İyi yere oturan , söz sahibi olmuş…Bu benim naçizane düşüncem…Padişahlar için Osmanlı’da oturulan yer önem teşkil etmiş ve bu yüzden çok incelikli ve şaşaalı tahtlar üretilmiş…Günümüzde de değişen bir şey yok , o muhteşem(!) koltuklara oturmak için türlü fedakarlıklar(!) yapılabiliyor…

Böylesine kronolojik bir anlatımdan sonra , şuanki insanın psikolojisi beni daha çok ilgilendiriyor…Artık eskisi kadar olmasa da , misafirliklere yine de gidiliyor…Bu komün eylemin öncesinde dillendirilen cümle ise “size oturmaya geliyoruz” oluyor…Arkadaşlar , sevgililer birbirleriyle buluşuyorlar , mutlaka bir yere oturuyorlar…Yine oturuyorlar…
Ne oturmakmış!
E be insanoğlu , e be ehven-i şer , bu insanlar oturmayıp başka ne yapsınlar diyebilirsiniz ? Bu yüklenmenizin ardından eminim ki bana şu cümleyi de kuracaksınız :

“Gel OTUR şöyle bir konuşalım…”

Aslında daha çok söylenecek şey var ama(Misal televizyon karşısında oturmak)Bu konu da ele alınması gereken , çok önemli bir konu bence…

Her neyse…Ruhsal minvalde devam etmek gerekirse ; insanları tanımlarken de bu sözcüğe takıldığımız oluyor…Çok “oturaklı” bir insan, kişiliği “oturmuş” birisi yakıştırmalarını sık sık yapmışızdır…Kimisi de “oturan boğadır”…Bu oturmak hayatımızda çok önemli yer tutuyor demek ki…

Kendimden örnek vermem gerekirse , tamam kabul ediyorum çok oturan bir insanım , bunun dışında bu durumu düzeltmek için de pek çaba sarf etmiyorum…Yine aynı küstahlıkla ,”oturmayın, hareket edin” diyen insanları da tanımıyorum , tanımayacağım…Sonuç olarak;

Yaşam sizi bir yere oturtuyorsa , ve yaşadığınız yere de “orada oturuyorum” diyorsanız , elinizden daha fazlası gelmez...
İyi oturmalar…
Ne oturmakmış!

Pseudo

Pseudo-kaka : Tuvalete gittiğinizde idrak edebileceğiniz olaydır…Aşamalar normal kaka yapma sürecinde olduğu gibi ilerler…”X" bir şekilde kaka yapma ihtiyacını , beyine ulaşan sinyaller eşliğinde fark eder…Tuvalete gidilir ve süreç burada sekteye uğrar…”Pseudo-kaka” veya “Pseudo-kaka yapmak” eylemi burada ortaya çıkar…Aslında insanların kendi kendilerini kandırdıkları ender olaylardan birisidir…Birinci aldanış , kaka yapacağını düşünüp gitmesi ve aslında yapmak istemediğini anlamasıdır..İkinci aldanış ise , “ben salak değilim ki , neden böyle bir işe giriştim bilemiyorum”dur…Normalde hayıflanılır ve insan yine de burada kendini kandırma yolunu seçer…

Pseudo-banyo(a.k.a “Duş”) : İnsanların , “kısa banyo = duştur” söyleminden doğduğunu düşünüyorum bu terimin…İcra edilmesi oldukça kolaydır : saçlar yıkanır ve uzun uzun köpüklenilmez , böylece duş aldığımız sanılır…Aslında yanılgıdır , bana göre banyoya giren bireyin yaptığı her iki eylem de banyodur…Duş tanımını soracak olursanız , bununla ilgili çok bilgim olduğunu söyleyemem…Ama “pseudo-banyo”nun “duş” olduğu konusunda az çok eminim…

Pseudo-mantı : Bu tanıma uyabilecek örneklerden birisi olarak düşündüğüm önermedir…Aslında önerme de değildir ; bizzat , mantının “yalancı” olarak nitelendirildiği bir yemektir…Hamur yerine , makarna kullanılır...Hamurun içindeki et yoksunluğu ise , bir tavada pişirilen kıymayla giderilmeye çalışılır…Yoğurt, her iki yemekte de olmazsa olmaz bir ögedir…Yoğurt belki de "pseudo-mantı"yı gerçek mantı olarak hissetmemizi sağlayan en önemli şeydir…Belki de yanılıyorumdur…Bilemiyorum…

Pseudo-dinleme : Çok sık başvurduğumuz yöntemlerden birisidir bu…Karşıdaki insanı dinleyip de anlamadığımızda veya anlamak istemediğinizde bu yöntem elzemdir…Susarak dinleyenin , konuşana uygun ortam sağladığı söylenebilir…Böylece konuşan kişi , anlatmak istediğini tam anlattığını düşünür ve ona karşı çıkmadığınızı görerek , onun düşüncelerine onay verdiğinizi zannedebilir…Kandırılan , kandıran tarafından kandırılırken , kişi de kendi kendini kandırır aslında…

Pseudo-gülüş : Açıkçası benim sürekli yaptığım veya bunu yapmak zorunda kaldığım eylemdir(öyle hissediyorum)…İçten gülüşün tam tersi bir durumdur…Toplum içine çıkıldığında belli bir gülüş tonu belirlemişsinizdir ve bu monoton bir şekilde devam eder…Kahkaha atmak bir yana , içten gülüşe geçiş çabalarına bile izin vermez bu eylem...Kursağınızda kalır ve karşıdaki bunu hiçbir zaman bilemez…Çünkü o da aynı gülüşü kullandığının bilincindedir…

Pseudo-bakış : “Seni anlıyorum…” bakışıdır…Karşıdakinin gözlerinin içine doğru yapılırsa , inandırıcılık vasfı kazanabilir…Sanılanın aksine , inandırıcılığın ve anlayışın yolu gözün içine bakmaktan geçmez…Doğru sözü söyledikten sonra , uzaya baksan da fark etmez bana göre…Fakat bu, gözlerin içine bakma konusunun ayrı değerlendirilmesi gerekir…”Gözlerimin içine bak” cümlesi , çoğu zaman bir insanın yalan söyleyip söylemediğini anlamakta kullanılabiliyor…”Pseudo-bakış” ise bambaşka bir kavram diye düşünüyorum…

Pseudo-yaşamak : En basit anlamda , yaşadığını sanmaktır…Yaşama anlam yükleyip , yaşamı yaşanabilir kılan detayları sevdiğinizi zannetmektir…

Pseudo-yazar : Bu satırları yazan kişidir , kendisini bir şey zannetmemektedir öte yandan…

Elli

Et yiyemiyor insanımız…İnsanımız dedim çünkü , içinde bulunduğumuz topluluğun salt çoğunluğundan fazlasının bu eylemi gerçekleştirdiğini düşünmüyorum…
Aslında söylemek istediklerimin hepsini aynı anda dile getiremem ama , öncelikli olarak , bir insanın güzel bir şey yiyememesinin benim canımı çok sıktığını söylemem lazım…
Ne demek et yiyemiyor ? Et yiyememek başka bir şeylerin “zaten” habercisi mi ? Evet…
En temel duygulardan yoksun bir biçimde sürdürdüğümüz bu yaşamın neresini katlanılabilir ve çekici buluyorsunuz sorarım size…
Ama o et alamayan insan bu yaşamı , çekilebilir bellemiş yine de…Görmezden gelmek zorunda kalmış…
Ne acıdır : “ben emekliyim ve kırmızı et yemek benim ne haddime” cümlesini duymak…Bana çok hazin geliyor...O insan et yiyemiyor ve biz bunları izliyoruz…
Hangi birimiz de et yerken bunları düşünüyor bilmiyorum…

İçinde bulunduğumuz çağı örnek verip; bu devirde de hala böyle şeyler yaşanabiliyor mu demek aslında popülerliğini kaybetti…Çünkü anlamsızlaşmaya başladı…Bundan bir beş yıl öncesinde de , aynı cümleyi kullanıyorduk şimdi de kullanıyoruz , değişen hiçbir şey yok…
Bence değişmeyen ve sürekli iştigal içinde olduğumuz şeyler bile artık değişmeye başladı…
Demek istediğim şey , insanın onurunun ve vicdanının kaybolmaya yüz tuttuğu değil tam olarak…Demek istediğim bu tür duyguların “çoğu zaman” es geçildiği ve üstünün kapatıldığı(öyle olması gerekmesinin kanıksanması)…

Gelişen , kendini geliştiren , büyüyen , akıl muhakemesinin ilerlediğini zanneden , globalleştiğini ve atılım yaptığını sanan bir çok insan var…Bütün bu duygularla kendi içinde yoğrulurken , farkındalığının da azaldığının farkında değiller…Bu insanların en çok yediği şeylerin başında et gelmesi de,ilginç geliyor bana…
Kendimi , vicdanın sözcüsü olarak görmüyorum , bu vasfı yüklenmenin de çok zor bir şey olduğunu düşünüyorum…Kimi zaman benim de vicdana sığmayan davranışlarım oluyor…
Ama , insanı bıktıran şeylerin olması , bundan sıkılması , şüphesiz onun vicdanıyla alakalı şeyler…

Her şeyin doğru(!) olduğu bir ülkede , et fiyatlarının bu kadar çok olması aslında önemsenmeyecek kadar küçük bir şey(!)…Bütün bu doğruların(!) içerisinde , etin yeri kuşkusuz başları çekmeyecektir…Kuşbaşı otuz tl olmuş , pirzola elli tl olmuş , çoğu kimsenin umrunda olmaz…Ama sonuçta büyüyen ve gelişen bir ülkeyiz , bu tür şeylerin lafının edilmesi çok önemli değil(!)…

İnsanlık olarak-insanlığı geçelim- toplum olarak ; biz , galiba git gide , soyutlandığımız ,yemekten bile zevk almadığımız(alamadığımız) bir yapıya bürünüyoruz…İnsan temel ihtiyaçlarından zevk çıkarmayı bile beceremiyorsa , o zaman diğer şeylerden nasıl zevk çıkaracak ? Yani insan böyle giderse ,en nihayetinde , en basit duyguları bile layığıyla yaşamayı beceremeyecek…

İğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır demişler…Kendim, et yemiyor muyum? Evet , “ne yazık ki” ekonomik sınıflara göre ayrıldığımız şu ülkede ,zaman zaman et yiyebilen bir insanım…Bunu yerken bile mütemadiyen cebini düşünen ve bundan zevk alamayan bir insanım…

Hal böyle olunca , kimileri de kalkıp , sen laf edemezsin diyebilir ama bu benim içimden gelen fikirlerin yansıması olduğu için , paylaşmayı son derece samimi buluyorum…
Bunları söylemenin sadece et yiyemeyenlerin işi olduğunu düşünmüyorum…
İleride herkes doğru düzgün et yiyebilir mi bilmiyorum ama , umarım bu yazıyı tekrar okuduğumda , durumlar çok daha farklı olur…
Günlerdir oturup duruyorum…İlk bakışta son derece gereksiz bulunması gereken eylemimi , düşünerek süsledim ben de…Düşündüğüm şey , neden yazmadığım ve artık bundan vazgeçmeli miyim sorusunu sormamdı…Cevap elbette ki “hayır”dı ki siz şuanda bu yazıyı okuyorsunuz…

İnsanın kendisiyle yüzleşme vaktini,uzun süre su yüzü görmedikten sonra zorla banyoya gitmeye benzetiyorum…Bütün sorun zaten suyla buluşana kadar…Gerisi kolay geliyor…Kendinizi eleştirdiğiniz ve “ben”liğiniz dışında ilk kez öbür tarafta olmayı yeğlediğiniz dakikalarda , buz gibi duş suyunun engin denizinde yüzüyorsunuz işte…
Hayatta korktuğum çok az şey vardır , ama kesinlikle “kendimle yüzleşmek” bunlardan birisi değildir…Hal böyle olunca , belli öneriler gündeme geliyor…Bunlardan en bilindik olanı : sahip olduğun benliğinin karşısına geçip ona hesap sormak ; yani : “kendinle yüzleş!” cümlesini hatırlamak oluyor…

Amacım aslına bakılırsa korkumla yüzleşmek de değil…Çünkü insanoğlunun korkusunun üzerine gitmektense , o korkuyla yaşayıp korkmasını daha mantıklı buluyorum…Adı üstüne “korku”…Korkutan bir şeyi sevimli hale getirebilir misiniz ? Hayır…Öyleyse insanlar da buna alışmaya yönelmeli…
Lanet insan ırkına ait olduğunuz için de dediklerime zerre önem vermediğinizi adım gibi biliyorum , o bakımdan sorun yok…

Her neyse ,bu içsel soruşturmam tamamlandığında , biraz daha bataklıktan çıkmış gibi hissettim…Dedim ya , duş aldıktan sonraki o rahatlık buna benzer…Biraz bencil bir yapım olduğu göz önüne alınırsa , tabii ki bu hesaplaşmanın sonuçlarını paylaşmayacağım …

Bir süre sonra yine o bataklığa nasıl batarım , bunun planlarını yapmıyorum…

İkinci bir konu olarak gelmek istediğim nokta : insanın kendisiyle barışık olup olamaması…Bu eğer başarılabiliyorsa güzel bir şeydir , yadırgamıyorum…Benim de inanmak istediğim şeylerden birisi bu insanın kendisiyle barışık olması…
Bunu kafamda değerlendirdim zaten ve yansıyan fikirler de buraya gelmekte zorlanmadı…Yani “uzun süre sonra” zorlanmadı demek daha doğru olur…

Bir paragraf sonra size biraz tüyo vermekte beis görmedim bu hesaplaşma konusuyla ilgili…Evet belki de en mantıklı çıkarım benimle ilgili saçma sapan bir insan olduğum gerçeğidir…Kendimi öyle görüyorum çokça eleştirilsem bile…Belki bu da benim kendimle barışık olma yöntemlerimden birisi olabilir…Her ne kadar kendime haksızlık yapıyormuşum gibi görünsem de beni ayakta tutan yegane şeylerden birisi böyle düşünmemdir…

Her ne kadar saçma sapan düşündüğüm ve bunu hayata geçirdiğim yazılardan birisi olsa da , zaman zaman kendimi hatırlamak için iyi bir seçenek oluşturuyor böyle yazılar…(bir diğeri için bkz. “Absurde”) Normalde bu tarz yazılar yazmam…

Bunun yanı sıra son olarak , yeni açacağım blogtan bahsedeyim…Garip bir blog olacak eminim kendimce bir garip tabiri biçtim...Zaman vermiyorum...







(Bitişi olmadan biten yazı…Ve başlığı da yok)

Dobro

Bana içtenlik bağışla…
Sahip olmadığını düşündüğün,
Ama aramadığın anda birdenbire bulmuş gibi…

Dehlizlerimde saklamaya çalıştığımı,
Çoktan bulduğunu ima edermiş gibi,

Sen kaydırdıkça,
Göz kapaklarının ardındakileri,
Gittikçe dalıyorum…

Sıradan olmalısın,
Öylesin diyorum,
Kendimi kandırıyorum…

Dağılan her bir parçamı,
Toplayamıyorum karşında,
Neyse ki henüz bilmiyorsun,
Ne kadar dağınık olduğumu…

Detaylar,
İçerisinde boğulduğum,
Çekip çıkarabileceğini,
Bilemediğim,
Bu deniz…
Daha ne kadar yakabilir
Bedenimi?

Kısacık ve ansızındı
O his,
Bağlayan
Bütün kanılarımı…

Ama olsun
Yine de,

Bilmemek ne hoş,
Adını…

Hep Yek

İnsanın monotonluğa katlanmasının birincil nedeni olarak ona alışmasını örnek gösterebiliriz...Alışması ,her nasılsa insan hergün yaptığı şeyleri sorgulamadan (ki buna gerçekten ihtiyaç duymuyor) gerçekleşiyor...Sözüm ona insanlar buna bilinç adını veriyor...Bu yanlıştır...
Aslında insan doğası gereği midir bilinmez ama,bilinçsiz bir varlık olduğunu anlayamaz...İnsan, aynı şeyleri yapmaktan usanmayan bir varlık olarak , sahip olduğu monotonluk denizinde yüzer durur...Bu nedenle bilincin övündüğü "birşeyleri yapıyorum" varsayımı da yanlıştır...Çünkü yaptığı şeyler yine aynı kapıya çıkacaktır...

Bir insanı ele alalım , her gün işine gidiyor ve akşam gelip yemeğini yiyip uyuyor...Bu insanın yaşamı monotondur...
Bunun yanısıra bir de araya sürprizler sıkıştırdığını sanan insan vardır...İşte bunun da adı "sürprizlik monotonluğu"dur...Çünkü sürpriz yapmazsa hayatının monotonluktan kurtulmayacağını düşünür ve ona göre hareket eder...Aslında sürprizlik monotonluğuna çoktan yakalanmış ve alışmıştır...İşte burada bu insanın bilinçsiz olmasından söz etmemiz mümkün değil...

Bilinçle monotonluğun ne alakası var diyebilirsiniz.... Bu tamamen insanın kendinde olmadığını düşündüğü bilinçsizlikle alakalı (yani bilinçsiz olduğu gerçeğini kabullenememe) bir durumdur...

Burada şu soru da gündeme gelebilir : "Bilinçsiz insan da monoton değil midir?" Çok güçlü vurgulamak gerekir ki , bilinçsiz olduğunu kabul etmiş bir insan(bir anlamda kendiyle barışık) , bilinçli olup bilinciyle övünen insandan daha özgürdür ve monoton değildir...Bana kalırsa da doğaçlama yaşamaya çalışmak yerine(ki monotonluğu yenmek adına yapılan nafile davranışlardan birisidir bu) , taklidi bırakıp , kendiyle barışık ve bilinçsiz olmaya çalışırsa insan birşeyler elde ettiğini sanacaktır...Bu duygu onu rahatlatır ki bu da ona yeterlidir...

İnsanın dünyada var olması , neden bu dünyada olduğunu merak etmesi ve cevabını bulamaması onu "yaşam monotonluğu"na itebilir...Ki zaten bunu da bilmek için bilince gerek yoktur...Çünkü cevabını alamadığı şey onun sürekli o soruyu sormasına neden olacaktır...Sürekli aynı soruyu sormanın adı elbette monotonluktur...

Peki insan bu tür düşüncelerden kurtulamaz mı ? İnsan bilinçli olarak yaptığı şeylerden zevk aldığını sanırken yanılır...İşte monotonluğu da bilinciyle yendiğini sanmak bir yanılsamadır...Farkında olmadan belki de monotonluğu yeniyoruz veya ona kapılıp kaybediyoruz...İşte buradaki olması gereken şey ikisinin de birbirine zaman zaman üstünlük sağladığını anlamamızı sağlayan bilinçsizlik durumudur...
Bilinçli insan ise taraf olmaktan yanadır ve hep birisinin galip olmasını ister ve sonunda hep kaybeder...

İnsan monotonluğu sorgulamalı mı ? Sanırım en büyük sorulardan birisi de budur...Yukarda da bahsettiğim gibi insanlar bilinçli olduklarını sandıkları için , monotonluğu da sorguladıklarını sanırlar...Sonuçta içinden çıkılmaz monotonluklarında mutlu mesut yaşarlar...

Kişisel olarak kendimi bilinçli veya bilinçsiz biri olarak kabul etmiyorum...Bu konuda agnostiğimdir...Fakat yine de hep yek bir düzen içinde insan olmamaya çalışma çabalarım devam ediyor...

Rsdio

Hayallerin varlığı...Palavranın dolambaçlı hali...
Kiminin çok fazla hayalleri var , kendine bile yetmeyen...Kiminin hiçbir hayali yok ki kendisi hayal olmuş...Bu döngünün içinde herkes kendine bir pay çıkarır...


İnsanın bir hayali olması sanırım güzel...Kendimizi kandırsak bile , bu davranışın bizi rahatlattığı gerçeğini unutmamak gerekli...Böylesine bir umursamazlık ruhen insanı o kadar hafifletiyor ki...
Sahip olduğun o hayalle bütünleşmeyi istemek , sanki rüyaların gerçek olmasını dilemekle aynı şey...

Ev süpürülürken , süpürgenin uzun borusunun çıkarılıp da , kötürüm bırakıldığı o anlardaki boşlukta süpürgenin kafamı süpürmesini istedim yine...”Evde denemeyiniz” sözüne inat gerçekleştirilen bu eylem , minik de olsa hayalimin bir kısmını gerçekleştirdi...Evet beynim biraz olsun uçmuştu...Süpürgenin ahmak toz toplama kesesi beynimin hücreleriyle oynaştı...Aslında hayallerimle birlikte kepek denilen o illet uzaklaşmıştı benden...*

Hayal diyordum , elbette benim de var hayallerim...Sanırım hayalleri düşünürken bir yandan da onun bir kısmını gerçekleştirmek , o asıl alacağımız hazzın bir kısmını karşıladığı için güzel hissettiriyor...Gerçi bunun da ötesine geçtiğimiz söylenemez...”Benim hayallerim ise şu” dememi beklemeyin , onlar bana kalsın...”Belki” gerçekleştirdiğimde ordan yazıyor olabilirim...

Bir de hayalleriyle iç içe yaşıyormuş izlenimi veren insanlar var...Bu tür insanlara göre bir şeyin peşinde olmak birşeyi yaptığını sanmaktan daha zordur...Bizim de onları takip edip onları örnek almamızı isterler ve bu can sıkıcıdır...Önemsenmemekten doğan bir tür hayali yaşam formu var olduğu için , oradan beslenen parazit gibidir bu insanlar...Siz önemsemezsiniz ve büyürler , şişerler...
Peki bu ne demek , hayalleriyle iç içe yaşamak iyi birşey değil mi ?Buradaki kastım , sürekli bir hayali olduğunu söyleyen fakat bunu gerçekleştirmek için hiçbir şey yapmayan insanlar...Bu insanların hayalin ne olduğundan bile haberlerinin olmadığını düşünüyorum...Bu durumda yüzbin tane hayallerinin olması hiçbir şey ifade etmez...

Benim hayalim vardır ama hiçbir şekilde söylemem...Çünkü söylersem onun saflığını bozmuş olacağımı düşünürüm...
Fikirlerim yine bana kaldığına göre benim size yansıttığım hayal fikri palavranın ta kendisi olabilir...

Bu yazıyı yazan kişinin bir takım hayallerini kimliği meçhul birilerine sattığını bilmeniz herhalde size bir fikir verebilir...

*: Kepeği o kadar sorun etmiyorum , ki genelde kepekliyimdir...

Mutluluk paylaşılmaz...

Evet paylaşılmaz...Lagaluga yaptığımı düşünenleriniz olabilir fakat bunun için gerekçelerim var...Öncelikle bu konu nerden çıktı ondan bahsedeyim...Sevgili ev arkadaşım ki eski ev arkadaşım demeliyim , bir gün karşılıklı mesajlaşma programı sayesinde bir fotoğraf gönderdi ve açılan ekrandaki “fotoğraf paylaşma etkinliği” lafına çok takıldım...Öyle bir takıldım ki sormayın...Konu ilerledi ve “mutluluk paylaşılır mı”ya kadar geldi...Paylaşılır mı paylaşılmaz mı derken geceyi sabahla evlendirdik...

paylaşmak
(-i) 1. Aralarında bölüşmek, pay etmek, üleşmek. 2. mec. Benimsemek, onaylamak:


Uygun görmüş TDK bu anlamı...Neleri paylaşıyoruz(!) ? Konu ne ve konu paydası nedir ? Konu mutluluk...Ne tür mutluluklar bunlar ?

Örneğin X kişisi biriyle evleniyor...Bu o kişi için en mutlu anlardan birisi olmalıdır...Bunun dışında bir de Y kişisi var...Sözüm ona X kişisi evlendiği için Y kişisi mutlu oluyormuş ve bu mutluluğu paylaşıyormuş...Tamamen yanlış...
O kişinin evlenmeden duyduğu mutluluğun aynısını Y kişisi elde edemiyor...O zaman bunun adı paylaşmak olmaz...Bunu bir pasta olarak düşünelim...
Evlilik denen bir pasta var ; bu pastanın ismi mutluluk pastası...Bunu yiyen kişi tamamen birinci tekil şahıstır...Bu pastanın paylaşıldığı filan yok...X kişisi ve Y kişisi aynı kişiyle evlenmediğine göre bu kişiler aynı mutluluğu elde edemiyor , bu yüzden bir paylaşım söz konusu değil...Burdaki duygu nedir bunu az sonra açıklayacağım*...

Bir örnek daha vereyim...Benim bir kız arkadaşım var ve ben onunla birlikte oluyorum , benim için mutlu bir durum...Ama bir başka arkadaşım bu mutluluğumu paylaşmak istiyor...Bu mümkün değil...Çünkü benim o olaydan aldığım mutluluk farklı , o kişinin duyduğu mutluluk farklı(o kişinin duyduğu mutluluk olamaz çünkü çok saçma , düşünsenize arkadaşınız biriyle birlikte oluyor ve mutlu , siz birlikte olmuyorsunuz ve yine de mutlu olmaya çalışıyorsunuz, çok saçma)...Burada aynı duyguyu paylaşmak söz konusu değil...

*Buradaki duygu şudur,kendi çapında saçmalamaktır...
On adet elmanız var ve iki kişisiniz...Beşer beşer paylaşım yapıyorsunuz...Mutluluğunuz var ve bunu bölüp paylaştırmaya çalışıyorsunuz...Aynı mutluluğu alsak sorun yok ama durum öyle değil...
Burada hemen aklınıza şunlar geliyor olabilir...Kardeşim o o anlamda değil , salak mısın , mecazi olarak öyle değildir diyebilirsiniz...Zaten olayı mecazi yönden incelediğimizde de aynı sonuca ulaşırsınız...
Bir başka yorum da şu olabilir , soyut şeyler paylaşılmaz , somut şeyler paylaşılır diyebilirsiniz...

Hemen bilgi örneğini vermeliyim...Bir tura katılıyorsunuz...Olimpos’a bir tur düzenleniyor ve birkaç kişi katılıyorsunuz...Tur rehberi sizi topluyor ve tur hakkında bilgiler veriyor...Buradaki bilgi tabii ki anlayacağınız gibi soyut birşeydir...Rehber sahip olduğu bilgiyi sizlere vererek paylaştırıyor...Hepiniz aynı bilgiyi alıyorsunuz ve bu soyut birşey...
Mesela bir de anne sevgisi var...Bu da sanırım paylaşılabilen duygular arasında biriciklerden(İngilizcesi daha iyi ama ne yapalım : "Unique") bir tanesidir...İki çocuğu olan bir anne elbetteki çocuklarını eşit derecede sevecektir ve bu bir paylaşımdır...

Bu kadar laf ettikten sonra şuna da değinmezsem olmaz...”Senin adına çok sevindim ,mutlu oldum” diye bir laf var...Bunu söylemek için deli olmanız lazım...Bir kişi yine mutlu diyelim , seviniyor...Siz de onun adına bir daha seviniyorsunuz...Bırakın allasen...Bunun adı olsa olsa kendi kendinize saçmasapan sevinmektir...Hiçbir insan başkası adına sevinemez...Sadece kendisi adına sevinebilir...
Evet umarım bu kadar saçmalama yeterli olmuştur...

Risperidon

Biliyorum biliyorum çok sıkıcıyım , katlanılmaz bir insanım...Katlananlarınıza da hayret ediyorum zaten...
Charles Bukowski demiş ki :"sadece sıkıcı insanlar sıkılır"
e peki o zaman Charles amca'ya sormam gerekir : sıkıcı bir insan,sıkıcı olmayan bir insan olamıyorsa bu onun suçu mu? veya daha önemlisi ; bu tür insanlar hiç mi sıkılmaktan kurtulamayacak?

Ben ne yapsam da bazen o sıkılmak eyleminin tam tersine bir şeyler yapamıyorum...Bir başka söz vardı : "insan sıkıldığında yaratıcı olur" diye...Şuanda hiçbir yaratıcılık göremiyorum kendimde;çünkü sıkılmaktan sıkılmış bir insanın öylesine bir yazısını okuyorsunuz...

Neyse bu yazıyı yazarken Tarkan'ın son parçasını dinliyorum...
Bir önceki yazıma gönderme yapayım o zaman bu vesileyle :

"seni karanlıklara bırakmak istemezdim" sayın okur...ama oldu ne yapalım...

Bu sıkılmakla ilgili bir yazı yazmam bile ilginç geliyor bana şuanda...Nedir ki? Çözümü olmayan birşeyin çözülmesini istiyorum sanırım...
Sıkıntı da çeşit çeşit ,can sıkıntısı var mesela...
Canın var ve sadece bir adet...O da gidiyor sıkılıyor...
Hasta filan da değilim öyle olsam bir sebebim olurdu ve bu yazıyı yazmıyor olurdum;ama durum öyle değil...Galiba ben ruh hastasıyım...

Geçtiğimiz aylarda psikolojik teste de maruz kalmıştım bilirsiniz "Rorschach testi" ni belki , yani "Burada ne görüyorsun? Bu şekil sana neyi anımsatıyor ? Niçin bu şekli öyle düşündün"lerle dolu kartonları görme ve yorumlama testi...Herneyse sonucum psikotik eğilimli major depresyon(meycır dipreşşın) çıktı...İlaçları kullanıyorum halen onlar da biraz canımı sıkıyor galiba...Gece içtiğim ilaç uykumu getirdiği için memnun değilim(ben geceyi sabaha bağlayan saatlerde uyumayı seviyorum)

Her neyse öyle işte , sıkıntımın bir nedeni olacaksa bu da o ilaçları kullanmak zorunda olmamdır sanırım...

Sıkılmak diyordum...Çözümü olmamasına rağmen sıkça yakalandığım birşey evet sıkıntım geçene kadar anlatabilirim ama umrunuzda olmaz diye yazmıyorum...Umrunuzda olsa bile benim umrumda olmaz...

Blood

Yazın sıcağında , terden boğuluyorum...Tenim ıslanıyor , yıkanıyor...
Eriyorum...
Akreple yelkovana gözüm kayıyor...Saatler hızla geçiyor...
Ansızın gece oluyor... Günlerin uzunluğu palavra... Tenim donuyor...
Kaskatı kesildiğim anda
Uzaklarda seçemediğim nesneler bedenimi sarıyor ,
Sorgusuz sualsiz , varlığına teslim olduğum renk beliriveriyor gözümün önünde,
Selamlıyorum ve dalıyorum o sessiz ve derinden akan nehire her zamanki gibi,
Burada kimse yok,
Sadece sahip olduğum , ben olduğumu sanmakla görevlendirildiğim bir benlik,
Kendini kendine kanıtlamaktan bile aciz bir ruh,
Metanet kelimesinin şuursuzlaştığı , bir beden ,
Çürüyen , günden güne , ama çöp yığını halinde çoğalan bir varlık...
Burada kimse yok,
Kaybolmuş ruhların varlıklarına sesleniyorum...
Sesim çıkarken boğazımda düğümleniyor,
Karanlık ağzımı dolduruyor...Susturuyor...
Tadına bakıyorum...
Her zaman tadını aldığım ama her defasında beni daha da çok acıktıran şeyin tadı bu...
Burada kimse yok,
Baktığımda , kendimi görüyorum dev aynada...
Karanlık bir silüet ,
Gittikçe kayboluyor ve ben ona yaklaştıkça büyüyor...
Ansızın ellerimi ve ayaklarımı görüyorum...
Ona boyanıyor,
Ağırlaşıyor...
Acıyor...
İnanılmaz bir acı...
Kanıyor ,
Güzel görünüyor,

Attığını sandığım bir kalp var...
Kararıyor ,
Onbinlerce toplar damar;
Katran kara kan,
Sunuyor adağını
Karanlığa...

Onunla bütünleşiyor ve
Yağıyor,
Boşanırcasına ,
Olmayan iliklerimi milim milim işlercesine,
ve,
Yok oluyorum her bir adımımda
İzim siliniyor...
İçimdeki karanlığı söndüremiyorum...

Obsesyon

Garip...Bir o kadar da benimle alakalı şeyler...Saplantılarım ve ben...
Peki neymiş şu saplantılar ? Aslında takıntı demek daha doğru...Sözün Türkçe karşılığı saplantı fakat takıntı sözcüğü anlatacaklarım için daha uyumlu...


Yatak odamdan başlayayım...
Yüksek bir yastıkta yatamam...Sağ ve sola dönerim öncelikle...Deli yatarım lafı benim için doğrudur...Şu sıralarda pike örtüyorum üstüme , ayaklarımı bir kere dışarı çıkarmadan rahat edemem...Kolumu yastık altına sokmadan , bu eylemi gerçekleştirmeden uyuyamıyorum...Son olarak da şunu söyleyebilirim ,yataktayken üstümde giysi olmaz sadece boxerla uyurum ; mevsim hiç önemli değil...

Şahsi eşyalarımla ilgili de elbetteki takıntılarım var...
Cep telefonum sağ cebimde ve genellikle sessiz durumda olur(bazen ulaşılamamamın nedeni budur)...Sol cebimde ise cüzdanım olur...Bu sıra hiç değişmez...Evin anahtarını koyacaksam da bu cüzdanla aynı cepte olmak zorundadır ; yani sol...İlginç midir bilmem ama kimliğim cüzdanımın içinde olmasına rağmen tekrar tekrar bakarım orda mı diye...Aynı şey kredi kartı vb. için de geçerlidir...Giysilerime biraz dikkat ederim,bununla ilgili bir takıntım yok ama pantolunun fermuarı açık mı değil mi büyük takıntımdır ,mutlaka kontrol ederim sık sık...Bir ara çorap çıkarmamakla ilgili takıntım vardı ondan da vazgeçtim büyüyünce...

Evle ilgili şeyler...
Sifonun tuşunun takılı kalması nefret ettiğim bir durumdur tuvaletten çıktıktan sonra gider bakarım normal mi diye...Elimin kirli olduğunu düşünürsem(aslında öyle olmasa bile) gidip yıkarım...Eşyaları böyle aynı hizada tutma gibi bir alışkanlığım yok ,simetri hastalığım yoktur... Karanlıkta oturmak tercih sebebimdir...Işık uykumu getirir ve ben karanlıkta kendimi daha iyi hissederim...Evdeki kumandalar benim elimin altında olmalıdır...Sevdiğim bir koltuk varsa o yerden şaşmam... Evden çıkmadan önce mümkünse su içmemeye dikkat ederim , bunun nedeni dışarda çişimin gelmesini engellemektir...Başkasının evinde kaka yapmam(zor da kalmazsam tabii ki)...Evden çıkmadan önce bir başka yaptığım şey ise bazı elektrikli şeyleri kapatıp kapatmadığımı düşünmektir...Kapattığım bir bilgisayara ve televizyona bir kez daha baktığım olur...Sadece o da değil , kapattığım bir pencere veya kapıdan emin olamadığım zaman da sık sık gider kontrol ederim...

Şimdi biraz evden çıkayım...
Dolmuşa binmeden önce genellikle tam parayı hazırlarım...Dolmuşta her yerde oturmam mutlaka en arka en sol veya en sağ veya en öne otururum...Bunun haricinde oturursam dünyaya yabancılaşırım...Veya benim cam kenarı takıntım var bilemiyorum...Gideceğim yere tam zamanında gitmek için uğraşırım...Para konusunda can sıkıcıyımdır...Para üstünü ısrarla alırım...Paramı kullandırtmam pek fazla...Eh aklıma bunlar geldi aslında bir çok var da...Hah bi de kedi görürsem sevmeye çalışırım...Başka bir yazımda da bahsetmiştim alışverişte , alışveriş arabası mutlaka bende olmalıdır...

En son da kendimden örnekler...
Parmaklarımı mutlaka çıtlatırım...Zevk alıyorum bundan...Saçlarımla ve sakalımla oynarım demeyeyim bizzat kıvırırım...Sık sık burnumla oynarım(pislik yapmak için değil)...Tırnaklarımı yerim(herkesin içinde değil)...Sadece kendi istediğim zaman uyurum(kimse müdahale edemez)...Uyumadan önce de yaptıklarımdan bahsettim zaten...
Evet daha bir çok takıntım var onu da ikinci bir yazıda yazacağım sanırım şimdilik bu kadar...

Random

a.k.a : "Ortaya karışık"...

İnsanın ‘içinden gelmesiyle’ alakalı şüpheli düşüncelere sahibim...İçinden gelmediği şeyi dışarıda sürdürmesini de bekleyemem ama cidden bazen insanın içi dışına çıkamıyor...Bu sıralarda sıkılırsanız işte en kötüsü o...Bunaltıcı havalarla birlikte sizin de dereceniz mevsim normallerinin üstüne çıkabiliyor...

Buna daha önce de değindiğim 'terleme' konusu ekleniyor...Soğutucu etkisi olan t-shirtler tasarlansa güzel olur demiştim sanırım bir başka yazımda...Sıcakla ‘bir şekilde’ savaşacak bir ürün değil; bizzat sıcağı bertaraf edecek bir oluşumdan söz ediyorum...Böylesi olsa daha iyi olurdu , tadından yenmezdi...

Kola belki bir alternatif olarak düşünülebilir bu günlerde...Ilık kolanın ilk anda mideyi rahatsız eden daha sonraları bedeni hissizleştiren etkisi hoş gelmeyebilir...Bunu da ancak boğazı yakarak geçen buz gibi bir kola telafi edebilir...

Kola demişken , marka takıntımın olduğunu bilmeyenleriniz vardır belki...Evet böyle bir takıntım ‘var’ fakat bu huy biraz yumuşadı diyebilirim...Kırmızılı markayı daha çok sevdiğim bir gerçek fakat mavili markayı da bir fast food firması vasıtasıyla çokça tüketiyorum...Buz eklenince sorun olmuyor...

Ağız içindeki beyaz yaralar ne kadar insanı huzursuz ediyor bilemezsiniz...Bunun ben iki versiyonunu da yaşıyorum...Birincisi oluştuğu yerde uyuz bir ağrı bırakıyor ve tuzdan filan az çok etkileniyor fakat yanmıyor...İkincisi daha kötü , tuz geldiği an yakıyor...O an için yok oluyorsunuz ortamdan...

Evet bununla baş etmek elbette mümkün...Yine iki yöntem var...Birincisi ‘uğraşmamak’...Bunun için eczaneye gidip "Kenakort-A Orabase"denilen merhemi alıyorsunuz(2.75-5 TL arası)ve beyaz yaranın olduğu yere uyguluyorsunuz...Sonuçları iyi olan bir oluşumdur "Kenakort"...İkinci yöntem ise benim manyakça bir zevk aldığım ‘yaraya tuz basmak’ eylemi...Yapılışı oldukça kolay...Yaranın olduğu yere bir parmağınıza yapıştırdığınız tuzu bastırıyorsunuz...İnanılmaz bir acı oluyor ilk başta fakat alıştıktan sonra umursamıyorsunuz...Bu güzel bir yöntem...Not olarak şunu da ekleyim : "Kenakort" işe yaramazsa tuz deneyin , üzülmeyeceksiniz...İkisi de geçiriyor...Zevk almaya odaklı olarak ikisini de tercih edebilirsiniz...

İzlemekten sıkıldığım birkaç reklam var...Bu reklamlardan gerek müziğiyle , gerek yapısı itibariyle nefret ediyorum denilebilir...Limonata iyi ,güzel, yazın sıkça içilen bir içecek ; fakat ‘Narata’ ve ‘Mandalinata’ nedir bunu anlamış değilim...Olmasın bu kadarı da...Lazım değil yani...Limonata yeterli...Zaten onu da gözümüzün içine içine soktuğunuz için bir kere bile alıp da içmedim...İçmem de...İçenlere de lafım yok tabii ki...

‘Aş kendini gel aşka’ sözlerini barındıran "Cornetto" reklamı...Nefret ediyorum...Benim gibi yalnız bir adama (ve dondurma seven yalnız bir adama) gitmeyen bir reklam...İstesem de yapamadım zaten bugüne kadar şu kendimi aşıp aşka gelmeyi ...Bu reklam sayesinde de bu hissiyatımı perçinledim...Böğürtlenli bilmem neli disc varmış...Alınca illaki aşkına da hediye ediyormuşsun...Cornettoyu severim de çok abartılmasını sevmiyorum işte...Eskiden ne güzeldi...

‘Danette ikilim’i’ de sevemedim gitti...Hitap ettiği topluluğun içinde yer almasam bile,böyle salakça bir reklamla sunulan yiyeceğin küçük çocuklar tarafından tüketilmesini yadırgıyorum...

Çocuklar nasıl büyüyorlar? Özellikle şu zamandaki çocuklar...Biz cidden nasıl büyüdük? Ne zaman büyüdük?...Neyi unuttuk? Ne zaman başladık böyle hissetmeye?... Belki de zamana tutunamadık...Ne bileyim işte...Off...

Hep...

Hep yaşıyoruz...Hepimiz yaşıyoruz...Sorgulamadan geçmeyen her bir dakikayı tüketiyoruz dört duvar içinde...O dört duvar ki bizi bize hapseden...
Düşüncelerim duvarlara çarpıyor onları yıkıyor sonra duvarlar tekrar oluşuyor...Düşüncelerimi elimden kayarcasına kaybediyorum ve tekrar onları üretiyorum...Mitoz bölünen her düşünce beynimi kısırlaştırıyor...Kendi kendimi alıkoyuyorum...Duvarlar tekrar çıkıyor...Kendimi alıkoyamıyorum...Tanıdık her bir düşünceyi sarıyor, kollarını açıyor ve içten bir karşılamayla onları kucaklıyor...Ve yine her zaman yaptığı gibi onları çehresinden uzaklaştırıyor...

Ben , evet buradayım...Sahip olduğum her düşüncenin buhara dönüşmesi için çabalıyorum...O duvarlardan sakınmayı düşlüyorum onları ama nafile...Sonra düşüncelerin esiri olmak işten bile değil...Gerçi alıştım buna ama kurtulmak için de çaba gösterdiğim bir gerçek...İsteyen başarır mıymış başaramaz mıymış bunu görmek için çabalıyorum...Amma velakin...Duvarlar daha baskın...Duvarlar daha keskin...Ve duvarlar yine katı...
Vazgeçiyorum sonra her bir vazgeçişim gibi...Yapmayım diyorum yapamıyorum...Düşünme eylemini sündürmeyi deniyorum...Çıkar yol bu galiba...

Sonra düşlüyorum...Acaba bu düşüncelerimi kimler anlıyor ? Algılayıp cevap verecek kıvama gelenler kim ? Veya bu düşünceleri anlayıp , cevaplamaktan -o sormadığım soruyu- imtina eden ?
Hiçbiri mi yok? Ama hayır ! Olmalı !...Beni benden başka anlayan en azından bir başka ben olmalı...

Bunun için çabalıyorum ya...
Deliler gibi ona sorduğum , manyaklar gibi onunla boğuşup durduğum bir kişi olmalı...Orada cevaplamayan , kıs kıs gülen , sevinen belki de...Olmalı...Hep vardı da bir ben mi bilmiyorum...Ben... Gerçekten bilmiyorum işte onun kim olduğunu...

Düşüncelerimden akan ve yazıya dönüşen şeyler gerçekten birer paçavra mı ? Hiçbir zaman bulunamayacak bir tüpün içinde seyahat eden...Bir kağıt parçasından mı ibaret açık okyanusta ? Ne olduğunu cidden bilmiyorum çünkü cevap gelmedi bugüne kadar...
Birer işe yaramaz , ahmak düşüncelerim beni bir adım öteye daha götürmedi...Sürükledi sadece...Akıntıda öylesine gittim...Kimi zaman dallar çıktı ve beni akıntıdan geçici bir süre korudu...Ama sular gelmeye devam etti...Bir dahi yola koyuldum...Geri dönmemecesine...

Evet , saçmalıklar devam eder...Ben istediğim sürece de devam edecek...
Ama sizce de ilginç değil mi ?
Dört duvarı aşamayan düşüncelerimi , A4 kağıdına yazıp yine dört kenarlı bir monitörden sizin bunları okumanız...?

Mars'tan Mektuplar Vol II

’Dünya malı dünyada kalır’ diye bir söz var...Cidden kalsın dünyanın malı kendisinde...Bizim işimiz olmaz yani...Gariptir , kebap filan gönderme imkanları varsa göndersinler bize ,tadını çok sevdik...

’Dünyada olmaz , mümkünatı yok’ diyorlarsa ; o, onların bileceği iş...Dünyada olmazsa Mars’ta olacağı anlamına da gelmez bu...Bizim de çok umrumuzda değil hani...Ama nedense ‘düünnyaaaa da olmaz’ kullanımı çok yaygın...

“Geçenlerde dünyalı bir alet olan telefonla ilginç bir deneyim yaşadım...Tek başıma yaptığım için biraz bencillik içeriyor olabilir ama sizin de denemenizi tavsiye etmem...Manyaklıkla salaklık arasında gidip gelen bu eylemi icra etmek çok zor olmadı...Vakit ayırıp , telefon listenizdeki bütün kızlara “Seni Seviyorum” diye mesaj çekiyorsunuz...

“Dünyalı bir arkadaşın şarkısı var...Sözlerinin bir yerinde’Kıskanırım seni ben , kıskanırım kalbimden’ diyor...Bu nasıl bir kıskançlıktır ki kendi kalbinden kıskanıyor veya ben,bu şarkı sözünü her defasında yanlış anlıyorum...Olabilir mi böyle bir kıskançlık kaidesi...Hadisesi bile bazen can sıkıcıyken,şarkı olarak bunu yapmak dünyalılara has bir eylem olsa gerek...

“Eğer dünyanın herhangi bir yerinde dolmuşta giderken dolmuşçu tarafından müzik konusunda saldırı altında tutuluyorsanız ,yandınız!...Özellikle oyun havaları açıyorsa , bütün beyin hücreleriniz sapıtıyor ,o güne kadar bütün bildikleriniz ve yaşam gücünüz elinizden alınıyor...O an içinde kişiliğiniz , benliğiniz ve karakteriniz ortadan kalkıyor ve o müzik bütün varlığınızı zaptetmiş oluyor...

“Dünya küçük mü büyük mü tartışmasını siz yapadurun bizim için fark etmiyor bu durum...Sizden küçüğüz ama hayallerimiz sizinki kadar küçük değil...Zaten öyle olmasını siz de beklemiyorsunuz...Değil mi ?

“Bizim gezegenimizde yürüyen bir adam vardı...Dünyalılar fotoğrafla belgelediler...O bizim bir tanıdık,arasıra öyle yürüyüşlere çıkar canı sıkılınca...Hep aynı yer sıktı tabii ki...Arasıra yeryüzüne çıkarız böyle ama genelde krallar gibi yeraltı mağaralarımızda yaşıyoruz...Anlatmayacağım tabii ki nasıl yaşadığımızı bu bizde kalması gereken bir konu..

’Durdurun dünyayı başım dönüyor’ veya ‘durdurun dünyayı inecek var’ diyebilen insanlar varmış dünyada bunu öğrendik...Eğer gezegeninizi durdurabiliyorsanız bize de öğretin...Ne manyakmışsınız arkadaş...

’Sen bir yana , dünya bir yana” diyorlar...Sanırım ben yaşadığım gezegendeki aşık olduğum kişiyi ;dolayısıyla ,onu da kapsayan gezegenini saf dışı edemezdim...Ha diyorsanız ki :’Ay’a gideriz aşkımızı orda yaşarız’ o zaman diyecek sözümüz olmaz...

“Kader , felek , şans , talih vs." bu gibi şeyler Mars’ta pek yok...Öğreten olursa memnun kalabiliriz...

“Dünyanın bir ucu deyip , çok uzak bir yeri anlatıyor insanlar...Mars’tan dünyanın çok da uçsuz bucaksız bir yer olmadığını söylememiz lazım veya biz mi öyle zannediyoruz...Misafirliğe çağırırsanız tabii ki oturur konuşuruz...

“Atmosferiniz var diye sanırım biraz hava atıyorsunuz bize...Bulutlar , yağış , nem , rüzgar deyip ego patlaması yapıyorsunuz...Biz ise alıştık sürekli rüzgarlara ve savrulmalara...

Baby First

"Horoz" neydi ? Neyin nesiydi ? İnsansı bir yaratık mıydı yoksa hayvan adını verdiklerinden birisi miydi ? Öncelikle horozun ne olduğunu anlamaya çalıştım...Sanırım iki ayağı olan , bir kuyruğu ve bir ibiği bulunan bir hayvandı...
Çizilmiş şekil bunu anlatıyordu en azından bana...Sonra birden renkli çubuklar kadraja girdi...Sahi benim de vardı renkli küçük çubuklarım...Onlarla bir horoz şeklinin tamamlanmasını izledim...Sonra aynı horoz imajının üstüne çeşitli renklerdeki tüyler geldi ve renkli bir horoz olmuştu tekrardan...En sonda karton kesip aynı horozu tekrar tamamladık...

Geometrik şekiller sanırım bunlar : "üçgen" , "kare" , "dikdörtgen" ve "çember" ve bunun içinde zıplayan toplar jimnastik saatimin başladığının habercisiydi...Üç tane bizden yaşça büyük kişiyle oyun arkadaşlarımı gördüm...Sanırım bize çeşitli hareketler gösterip onları yapmamızı isteyeceklerdi veya bu hareketleri onlar bize yaptıracaklardı...İkinci seçenek formata daha uygundu...Kollarımız ve ayaklarımız birer kukla gibi hareket ettiriliyordu...Amuda bile kalktık yardımla da olsa...Bundan manyakça bir zevk aldık ve bu da gülmemize neden oldu...Anlamsızca bir gülüş...

Geçen saatlerden birinde horozun bir hayvan olduğunu , şekillerle birlikte de benim bunu iyice anladığımı söylemem lazım...Şimdi ise yine düşünemeyenler tayfasıyla yeni bir oyun başlıyordu...Tüylü dostlarımız yanımıza gelmişti...Bir altımızdan bir üstümüzden geçip duruyorlardı...Bu hoş dakikalarda yalnız değildim...Akranım arkadaşlarım da vardı...En çok da kediyi sevmiştim...Kedi var da köpek olmaz mıydı ? Tabii ki köpeklerle de oynadık...

Sonra kanalın çiçekli logosu geldi...Biraz altında “Produced by Baby First” filan yazıyordu...Tabii ki anlamadım ne yazdığını çok da umursamadım..."Ama çiçek olmak için daha çok erken değil miydi ?" diye düşünürken reklam bitti...Şanslıydım...

Benim en sevdiğim masallardan birisi başlıyordu : Oyun arkadaşı arayan prens! Hikaye başladı merakla ve büyük bir ilgiyle izlemeye başladım...Küçük prens Donald , şato içinde çok sıkılmıştı...Onunla oynayacak kimse yoktu...O da dışarı çıkmaya karar verdi...Etrafında kimsecikler yoktu...Bir an için üzüldü...Şatodan uzaklaştıkça mısır koçanlarına yaklaştı...Evet bunların arasında debelenirse , kendine bir oyun üretebilirdi...Heyecan doruktaydı...Donald mısır koçanları arasında koşuşturmaya başladı...Bu oyunu çok sevmişti...Bu arada birden şiddetli bir yağmur bastırmıştı...Küçük su birikintilerinin içinde oynamaya başladı ; bu çok eğlenceliydi...Sonra şatoya dönmeye karar verdi...Ama orada ne görsün ? İki tane oyun arkadaşı...Bu kişiler bir başka prens ve prenses olduklarını iddia ediyorlardı...Ardından kraliçe geldi...Kraliçe bu insanların Donald’a yalan söyleyip söylemediklerini kontrol etmek istedi...Gece olduğunda üçünün de yatağının altına birer bezelye tanesi koydu...Gerçek prens ve prensesler rahat uyuyamayıp bu bezelye tanesinin verdiği rahatsızlığı hissederlerdi...Sabah kraliçe önce Donald’a sordu : “Rahat uyuyabildin mi?” Donald cevapladı : “Hayır,sanki yatağımın altında birşey vardı"...Kraliçe emin olmak için diğerlerine de sordu...Onlar da aynı cevabı verdiler...Böylece kraliçe onların gerçek prens ve prenses olduğunu anladı...Donald ile beraber prens ve prenses şatonun bahçesine çıktılar...Yağmur devam ediyordu...Sonsuza dek su birinkintisinde oynadılar ve eğlenceleri hiç bitmedi...

Çiçekli logo tekrar gelmişti...Ne olduğunu bilmesem de artık alışmıştım “Produced by Baby First“ yazısına...
Renkli dünyam hızla genişliyordu...Taşın üstünden atlayan arkadaşlarımı gördüm ve iki tane de büyük balon vardı...Sanırım onlara binip oynayacaklardı...Umrumda olmadı...
Sonra pastel boya programı başladı...Çok eğlenceliydi...Akvaryumu beraber maviye boyadık ve balığı da turuncuya boyadık...
En sonunda "Tavşancık Harry" başladığında televizyonu kapatmam gerektiğini anladım...

Mantığı geliştirdiği söylenen bu kanalda mantığım cidden gelişmişti , bende tükenen ve artık olmayan o şeyi tekrardan kazanmak için çabalıyordum...

Mars'tan Mektuplar Vol I

“Geçenlerde dünyalılardan birisi bana, “bu kadar düşünme yahu kafanı yorma” demişti...'Kafa yormama' eyleminin yazılırken kafa yormayla aynı olduğunu anımsadım...Düşünme deyince beyin otomatik olarak “düşünmemeyi” düşünüyor...Sonuçta düşünmemek diye birşeyin varlığı yalan oluyor...Mecbur kafa yormuş ve düşünmüş oluyorum...

“Duşta duş alırken aynı zamanda müziğin sesini de sonuna kadar açan bir kız tanımıştım da...Sadece tanıdım...

Balık Ayhan gerçekten balık olsaydı sanırım balina olabilirdi...Zorlasa kalkan balığı da olur ama 'Balkan' balığına daha yakın bir imaj çiziyor...

“Dünyalıların bir adeti vardı...Misafirliğe gitmek ve misafir ağırlamak...Sanırım bugünlerde hiç yapmıyorlar...Bireyselliğe doğru gidiyorlar dur bakalım...Hayırlısı...

“Asal sayılar olduğu gibi bir de soygazlar var...Bütün maddelerin soygazlara özenip onlar gibi olmaya çalışmasını hiç doğal karşılamadım , karşılamayacağım da...

“Dünyada sıkça karşılaştığım AVM tablolarından birisi de sanırım sahte meyve ve sebzedir...Öyle bir stand var...Kendi kendime dedim ki :’ne güzel yapmışlar, aynı gerçek gibi’...Sonradan bu şeylerin sabun olduğunu öğrenince , toz olasım geldi o mekandan...Gerçi ışınlanıyorum ben...

Dünyevi diye dünyalı bir söz var...Yaşanılan her şeyin dünyada olup bittiğini vurgular gibi...
Bir de uhrevi var onun zıttı...O daha çok hoşuma gider...Daha sıcak ve yakın gelir nedense...

“Bazen söyleniyorum , uyuyorum , uyanıyorum , yemek yiyorum ve tekrar uyuyorum diye...Neden? diye soruyorum...Cevabı olmayan bir soru daha sormuş oluyorum kendi kendime...

“İşkembe çorbası veya işkembe adında bir yemek var...Kokoreç de seven bir uzaylıyım fakat Mars’ta bile işkembeyi deneyeceğimi düşünmüyorum...Dünyada da tadına neredeyse hiç bakmadım...İsmi antipatik gelir belki de o yüzden biraz...

“Ömer Faruk Tekbilek , uzayda yok ama...Evet var aslında kütlesi yok mu...Öyleyse var...

“Bir de dünyalılar , bize kaset filan göndermeyi denediler çok önce...Hiç sevmedik bu örnekleri ben söyleyim...'Mustafa Topaloğlu' adında da bir garaip dünyalı var ki kendini bizim ırktan zannediyor...Aslında özgün bir adam olduğu için onu kutlamanız lazım...

“Dünya sanırım , adaletsizliğin , beş para etmezliğin , soygunların ve ahlaksızlığın çokça bulunduğu bir yer...İyi huylar da var dünyada fakat , kötülüğün gittikçe daha çok kazandığını görüyorum...Yine de dünya yaşanılası bir yer deyip kendini kandırabilenler var ilginç...

“'To be continued' sözünü eskiden hiç anlamazdım...Pesivvv yapıyı görünce bu durum değişti tabii ki...

Arcanum

Gerçekten biliyor muyum ?
Yoksa bildiğimi mi zannediyorum ?
Aslında çapraşık olan her türlü düşüncemin paydası sanırım bu bir türlü sahip olamadığım sırrın varlığı...
Tanındığım her mahlasımda;
Taşındığım her rumuzumda,
Varlığı su götürmez olan şey bu sırrım...


İnsan sahip olduğuna inandığı bir sırrı bilebilir mi ? O sırrı tutuyorsa bence insan da o sırra dönüşür ve sonsuza değin sırra kadem basar...
İnsanın ikiyüzlülüğü ve yalancılığı , kamufle etmeye çalıştığı şeyler ve maskeleri ,bu mevzubahis içinde gelişen olgular...
Gerçeğe bir kılıf uydurmak , onu gizleme ihtiyacı hissetmek , ona bir maske biçmek , tüm insanlığın görevi gibi geliyor bana...İstisnasız...
Nedeni ise sanırım,gerçeğin elle tutulamayacak kadar sıcak olması ve beynin içinde kaynaması...
Olduğumuz gibi görünememizin nedeni de elbette ki bundandır...
Fokur fokur kaynayan ve sabırsızlanan gerçek kazanı , insanın yüz çeperlerine gelince biraz durulur...
Daha fazla genleşemez ...

Aslına bakarsanız maske takan insandan ne kadar nefret edersem edeyim bu bir sonuç getirmez bana...Bu da benim onları suçlamamdan ziyade bana bir kez daha düşünme fırsatı verir...Çünkü insanın bildiği ve gizlemeye çalıştığı şey günden güne onun yüzünü eritir...Bunu hafızasında artık daha fazla saklayamaz ve yöntem bellidir :
Dondurmak...
Evet bir kalıp gibi dondurmak yüzümüzü...O anlık onun kopyasını alıp bir kaba boşaltıp maskesini yaparız bunun...Bir çeşit sanattır bu aynı zamanda...
Bu maskeyle toplum içine çıkarız...Maskemizi bazen de satarız lazım olduğunda...
Bu tür şeylerin kötü olarak algılanmasının, yanlış bir önerme olduğunu da eklemem lazım...

Sanırım “sır” , ne olduğu bilinmediği halde , sadece kelime anlamı ile anlamaya çalıştığımız yegane şeydir...
İnsanın içindeki sır belki de onun tek gerçeğidir...Kim bilir...
Geri kalan her şey yalansa bu önerme doğrudur...
Hayat boşsa ,bunun nedeni ; içi boş maskelerden değil , maskeleri yaratıp onları kullanan "insan" yüzündendir...

Beni bu kadar da düşünmeye sevk eden şey ise aşağıdaki fotoğrafta yer alıyor...

Massive Attack



Hiç kaçırır mıyım?

Sempatik Değilim...

İnsanın merak ettiği birşeyin peşinden gitmeyip ,üşendiği anlar olmuştur...Ben de geçen yazılarımın birisinde böyle bir durum yaşamıştım...Konu altın takmayla ilgili gelenekle alakalıydı...”...anlamak istediğim şey bunun psikolojik boyutu…Neymiş , gelin ,altın takılmadığında kötü hissedermiş…Neden ki yani ? Altın takılınca o insana çok değerli olduğu mu hissettiriliyor ? Tam anlayabilmiş değilim…” demiştim...Psikolojik yanı filan yalan oldu, gerçeği öğrenince...Durum tamamen materyalist eğilimlerin ürünüymüş...Ne denir “duygusal” mı denir bu duruma , aynen o...

Bir de bu konuyla ilgili “Biri anlatırsa ona altın takacağım(!)…” demiştim yazının sonunda...Beni aydınlatan kişiye altın takmadım...Altın takmam absürt olurdu zaten ; ama daha önemlisi altınla ilgili gerçeği öğrenmem ,benim bunun geç farkına varmamla birlikte anlamını yitirdi...Konu kapandı gibi...Direten varsa ona altın takarım ama ; evet ukalayım...



Öğrenmeye üşendiğim bir konu vardı...Dört beş ay önce öğrenmiştim ne olduğunu...Mevzu kadınların giysilerindeki düğmelerin neden solda olduğu...Bahsi geçen düğmelerin yönü,sanırım eski zamanlarla alakalı bir konuymuş...İnsanlığın doğuşu gibi bir tarihten bahsetmiyorum tabii ki...Gözümde canlandırdığım bir zamanda ki bu ortaçağ Avrupası’na denk düşüyor...Orada yer alan kadınların(madam diyelim) , giysilerini kendilerinin giymemesi sonucu , hizmetkarlarına bu işi bırakmasıyla başlıyor merakımın giderilmesi...Düğmeler kolayca giysiye iliştirilsin diye soldaki düğmeleri hizmetkarlar alıp takıyormuş,ellerine daha kolay geldiği için...Zaman içinde de öyle kalmış...Erkeklerde durum "manuel" olduğu için bizimkisi sağdaymış...Bu ‘düğme bağlamak’ mı ‘takmak’ mı ? Ona ne denir onu da bir çözemedim...

Reklamları tabii ki eleştirmeden durmayacağım...Calgonit’in ismi Finish olmuş tabii ki reklamları takip edenleriniz hemen bileceklerdir...Finish’in kabiliyeti ve misyonu nedir bilemedim ben...Hangi konuda sonuca ulaşıyor anlamış değilim...Reklamda elmaslar geçiyor ve üstünde çeşitli beyaz eşya üreticilerinin ismi var...Bulaşıkları yıkaması ve temizlemesi yeterli benim için ama Finish’in daha büyük isterik arzuları var demek ki...



Bir de şunu anlamıyorum ; neden reklamlarda olağanüstü bir ürün satıyolarmış gibi gösteriyorlar? Yani finish örneğini verdim...Asıl görevinin yanında biz onlardan daha fazla ne bekleyebiliriz ki ? Yani elmas gibi parlattığını mı iddia ediyor , yoksa kendi egosunu mu tatmin ediyor finish ? Hem elmas gibi parlatması benim hiç umrumda değil...Ayrıca finishle ilgili şunu da düşünüyorum : sanırım Avrupa’da bu ürünün adı finish’ti sonradan bize geldi...Durduk yere Calgonit’in finish olduğunu düşünmüyorum...

Bütün yağ ve kiri çözen olağanüstü(!) ürünler için diyecek söz bulamıyorum...Nedeni ise en son gördüğüm reklamdaki büyük tencereler...Büyüklüğü itibariyle devasa tencerelerin temizliğini bahsettikleri ürünle yapabileceklerini iddia ediyorlar...Peki tamam , daha küçük bir örnek verelim onlara : mesela dört haftadır yıkanmamış bir öğrenci evi tabağı...Tabakları ve tencereleri anında bembeyaz yapan bu ürünler devasa bir hayal kırıklığı yaratacaktır elbette ki...Devasa bir saçmalık...



Kontörler TL’ye çevrildi ya , bu fikri ortaya çıkaran kişi çok akıllı(!) sanırım...Çünkü neredeyse hiç kimse anlayamıyor , ne kadar konuştuğunu veya ne kadar para ödediğini...Kalan kredimi merak edip mesaj attığımda cevap olarak : “49TL 54KR bakiyeniz vardır” mesajı geldi...Eski sistem daha iyiydi sanki ayrıca bu sistemle birlikte insanları biraz daha kazıkladıkları ortada...%10’luk bir artışla daha pahalı konuşuyoruz farkında olmadan...Gsm şirketleri de sinsi sinsi dolanıyorlar etrafta...

Son olarak ilk kez antidepresan kullanıyorum ve yan etkilerinden huylanıyorum , beni sinir etmeye de başladı...Sürekli uyku hali , uyuma isteği anlamadım gitti...Hem ben böyle bir insan değildim hem de uyku düzenimi sarstı bu ilaçlar...Üstüne üstlük sürekli uykum geliyor , gidiyorum yatağa yatıyorum on dakika uyumuş gibi yapıyorum ve uykum kaçıyor...Bu döngü böyle ilerliyor...Neyse dayanacağım artık n’apalım...

Divergencia



" Bütün macerayı ortadan kaldırmış bir toplumda,geriye kalan tek macera
o toplumu ortadan kaldırmaktır... "




" İşe gidin,çocuklarınızı okula gönderin,modayı takip edin,normal davranın,kaldırımlarda yürüyün,televizyon izleyin,ihtiyarlığınız için para biriktirin,yasalara uyun
Beni tekrar edin: Ben özgürüm "

تمرد

Bana bir reçete yaz doktor…
Merhem mi dersin, sürekli kanayan metanetimi onaracak olan?
Boşver…
Mantığımı mazbut hale düşüren bana,
Ne desen makbul…
Mecbur muyum?
Miadı dolmuş düşüncelerimin arkasına saklanmaya ?
Mütemadi hislenmelerime?
Her bir mafsalımda hissettiğim…
Her dakika…
Her gün…
Her mevsim…

Maalesef , aştığımı düşünecek bir maksadım bile yok…
Neyin peşinde meczup olduğumu öğrenmekten çok
Bunu öğrenmemek ,bütün meşgalem…
Hep kaçtığım,
Mazhar olmasın istediğim…
Mesuliyetlerim mi dersin?
Lanet ki! Her merhalede karşıma çıkan…

Meramımı anlatamamak en büyük melalim…
Merakımı da kaybettim…
Muğber bir haldeyim…
Muktedir olduğum konular azaldı,
Mağlubiyet değil benimkisi…
Daha farklı…

Muhteşemlikten uzak…
Mahremimle baş başa…
Müşkül ama memnun…
Mutsuz ama bundan mutlu…
Memnu düşüncelerim için,
Minnettar…

Beni mazur gör,
Mahsur bıraktığım her bir anlam için,
Kendimi yenemiyorum…
Mahsus yapmıyorum…
Beni benden muaf edemiyorum…
Elimde değil…

Müşkülpesent benden,
Hangi benle muhatap olmak istersin?
Bana bir reçete yaz doktor…
Ki kurtar beni,
Kendi mahkumiyetimden…

Rekl am

Son yıllarda reklam izleme oranımız arttığı gibi iyi reklam izleme oranımız da o derece azaldı diye düşünüyorum..."Yaratıcı" veya izlediğimizde “oha cidden adamlar yapmış" diyebileceğimiz güzel reklam kalmadı neredeyse...Avrupa’da bizden çok önce yayınlanmış ve ardından ülkemizde de yayınlanan ender güzel reklamlar var ; çıktıkça zaten diğerlerinden kolayca ayırt edebiliyoruz...Genelleme yapmak elbette ki yanlış olur ama son zamanlarda gözlemlediğim şey : "reklamların akılda kalmasından çok insanların onlardan nefret etmesi" oldu...Ben de şu anda reklam izlerken iğreniyorum ve küfrediyorum...Yine de reklamların izlenmeye değer olduğunu düşünüyorum birçok kişinin aksine...İzlenilir kılınması için de özel bir çaba sarf etmek lazım galiba , işte bunu göz ardı ediyorlar...Reklamcı değilim ama bu konuda biraz ukalalık etmek isterim...

Mucize sütte bak : Daha önce de değinmiştim bu konuya...Bu kez bir pop şarkının uyarlaması şeklinde yapmışlar...Günde iki bardak süt içince sanki dünyalar kurtarılıyormuş gibi , markasının bile daha ne olduğunu bilmediğimiz bir sütü içmemizi bize söylüyorlar...Günde iki bardak mucize sütte bak...Bak sen...Şu küçüklüğümüzden beri içmekten zevk aldığımız "süt"-ki saflığın simgesidir bana göre-ne zaman mucizelere yol açar oldu ? Bizim haberimiz mi yoktu ? Sanki onu içen çocuklar , her işinde başarılı oluyormuş gibi eğreti bir mesaj vermeleri de kesinlikle saçmalık...Bu kadar netim bu konuda , evet...

Halley: Küçücük bir harf değişikliğinin aman aman büyütülmesinin ve bunun ekrana nasıl yakışmadığının bir göstergesi oldu son zamanlarda bu Halley...”Halley’e bir haller oldu” manasına gelen(!) cümle o kadar kekremsi duruyor ki...”Halley” mademki "haller" olarak anlatılmak istenmiş , o zaman “Halleye Halley” nasıl oluyor ? Halley çok sevmezdim zaten ,yeni hali de eskisinden iyi olmamış...

Knorr çorbaları : Bu hazır çorbalara ayılıp bayılan insan var mıdır bilmiyorum veya sayıları normal çorbaları sevenlerden fazla mıdır ? Bilemiyorum...Eşeğin kulağına su kaçırmanın anlamı yok...Analı Kızlı , düğünlü nişanlı , geleneksel diye adlandırılan fakat öyle olmayan çorbalara kadar hepsini bir "hazır çorba" kampanyasıyla tüketiciye kakalıyorlar...Tadı tuzu olmayan şeyin,pazarlanması da bir o kadar tatsız tutsuz olur tabii ki...En son mantı çorbası çıkmış...Yaratıcılıkta(!) ve mide bulandırmakta son nokta cidden...

11880 : Bugünlerde sanırım en çok konuşulan reklamlardan birisi de bu...Oradaki kadının sesinin sinir bozucu olması bir yana , yine az önce bahsettiğim : “reklam yap ama nasıl yaparsan yap , insanların aklında kalsın iyi veya kötü” mantığını burada da görebilirsiniz...Benim takıldığım nokta ise bambaşka...”Bilinmeyen numaralar servisi”ni bir insan neden arar ki ? Orada ne idüğü belirsiz numaralar var belli ki...Aradığında öğrendiğin bir numara yok , bilinmeyeni servis eden bir kurumla karşı karşıyasın...”Bizim bilmediğimiz demek istiyorlar,onu kastediyorlar" demeyin şimdi bozuşuruz...Sadece ismine bakarak buradan yola çıktığım için söylüyorum...Kelimeleri tekrar kendi anlamlarıyla hatırlatayım : “Bilinmeyen(hiçbir şekilde bilinmiyor)” , “Numaralar(numara topluluğu)” , “Servisi(bunu sunan , o hizmeti sağlayan)”...

3G ile ilgili : Şimdi dikkat ettiyseniz telefonların fiyatları ciddi oranda düştü...En son gördüğüm bir reklamda sanırım 290 TL civarı bir fiyatta 3G’li telefon satılıyor...Bunun bu kadar düşmesinin nedeni 3G’nin kullanılmıyor olması...3G dünyada sadece ülkemizde var olan bir şey değil ayrıca Japonlar bu sisteme yıllar önce geçmişti...

Suya dayanıklı(!) bütün kağıt reklamları : Suya dağ dayanmaz denir ya cidden öyle...Ama sen tutmuş incecik bir tuvalet kağıdının suya dayanıklı olduğunu , suyu alt ettiğini söylüyorsun...Bu kadar da suyun ayrıştırma gücüne gücenen bir insan topluluğu daha görmedim...Halkımız bir de bunu benimseyip gidip alıyor , buna inanıp...İnanır mısınız %70'i su olan insanın bunlardan medet ummasına? Evet bir "ukala" ben varım bir de benim gibi sizle dalga geçen reklamlar...

Sağlıklı abur cubur : Artık saçmalığın daniskası...Türk insanını iyi çözmüş bunu üretenler...Cidden işlerinde başarılılar...Türk insanının beyni her gün “günde şu kadar şunu yerseniz vücudunuza iyi gelir , X madde Y hastalığına iyi geliyor” saçmalıklarıyla dolduğu için ;Türk insanı da ne duyarsa doğru kabul eder hale geldi...”Abur cubur kötüdür”...”Kötüymüş sakın yeme”...”Sağlıklı abur cubur çıkmış”...”O zaman yiyebilirmişiz”...”Uzmanlar öleceğimizi söylüyorlarmış...” “Ölmüşüz galiba”...Kim bilir sen kendini bilmezsen...

Sözlem

MSN , bilgisayarı açtığınızda Internet ile birlikte en çok kullandığınızdır programdır belki de... Bunu kullanan insanları birçok yönden ele almak istedim...En azından kendi rastladığım insanlar üzerinden bunu denedim...

Diyenler Köşesi:
MSN’e “mesene” diyenler : Hiçbir kaygısı olmayan insan modeline örnek olarak gösterilebilir...Hayattaki amaçları doğrultusunda sağa sola sapmadan ilerliyorlarmış izlenimi verirler...”Mesene” diyen insanın İngilizce’yle pek arasının olmadığı aşikardır ama bunun yanında bundan gocunduğunu da söyleyemeyiz...
Buna ek olarak → Bu tarz insanların “sörvır” olarak okunan kelimeye “ser-ver” dediklerine sıkça rastlanmıştır...Örnekler “knight” – “KInayt” ve “kİY” yerine “key” örnekleriyle de pekiştirilebilir...
MSN’e “emesen” diyenler : Aslında son derece normal görünmesine karşın , her türlü gizliliği barındıran tipler bu gruba girebilir...Belki kendi kendilerine “Mesene” demek hoşlarına giderken , dışarıya “emesen” demeyi yeğliyor olabilirler...Yine de "sıradan”dırlar bu insanlar...
MSN’e “meSEncır” diyenler : Öğrenmeye açık , ama zora geldiği zaman da bu öğrenme hevesinin balon gibi sönüp gittiği insanlarda görülebilir bu kullanım...Kulaktan dolma bilgiye “doğru” gözüyle bakmanın bu insanlar üzerinde etkisi olduğu söylenebilir,keza savunduğu bir fikrin doğru olup olmadığını araştırma eğilimi de bu insanlarda görülmeyebilir...
MSN’e “emesencır” diyenler : Ki varsa böyle bir topluluk , süper olduklarını düşünüyorum...Standartlara uymayan , yaşamdan zevk alan tipler bu tipler olsa gerek...
MSN’e “mesıncır” veya “emesen mesıncır” diyenler : Tamamen kusursuz olduklarını düşünen tipler olsa gerek bunlar...Zaman zaman ben de bu gruba girme gafletine düşüyorum...Bazen çok “doğrucu” oldukları için sıkıcı olabiliyor bu insanlar...En güzeli mükemmeliyetçi olmamak...

Yazı stiline göre:
Yazı rengi zaman zaman değişebilen veya sürekli aynı rengi kullananlar : Manidardır bu tür insanlar çünkü bir rengin onları yansıttığını düşünürler ve bu rengin uğurlu geldiğini bile iddia edebilirler...Tanınmaları açısından iyidir , o renkle yazdığı için bi süre sonra o kişiye alışırsınız “o” ve “onun yazı rengi” diye...
Yazı tipini yıllardır aynı tutan ve rengi de siyah olanlar : Bu kategoriyi çok değerlendirmeye gerek yok aslında fakat çıkarım yapmak gerekirse herhalde sabırlı(veya sabırlı olmayı öğrenen) tipler olarak görebilirim onları...Kararlılar mı değiller mi bu kesin değil...Bazen takıntılı olduklarını söylemek de yanlış olmaz...Bu gruba kendimi de dahil ediyorum...”Verdana Kalın 10”...
Yazı tipini hiç önemsemeyen sürekli başka bir yerden oturum açıyormuş izlenimi verenler : Gerçekten önemsemeyen insanlardır , hızlı konuştukları düşünülebilir...Hayatı anında tüketip yenisi için acıkmaya başlayan tipler olarak niteleyebilirim...Üşengeç olduklarından değil fakat öyle olmaya çalıştıklarından olsa gerek yazılarının anlaşılabilir olması için uğraşmazlar...Bozuk bir klavyeye sahipmiş izlenimi bırakırlar...
Yazarken her bir kelime için veya her bir cümle için “Enter” a basmayı sevenler : Aslında buna “öyle alışmış insanlar” demek gerekir...Karşısındaki insan için bu, haberlerde sağ veya sol sütunda aşağı doğru süzülen bildiriymiş gibi göründüğü için , rahatsız edici boyutlara ulaşabilir...Yaptıkları hareketlerde çoğu zaman dikkatsiz olduklarını ve uyarıldıklarını anlayabilirsiniz...
Yazdığını okutmakta diretenler : Sürekli olarak parmakları “ctrl” ve “v” tuşları arasında olan inatçı tipler olarak algılanabilirler...Yazdıklarının okunmadığını düşünmeleri onlarda ileride paranoyak eğilimleri artırabilir...
Yazarken çok bekleyen tipler : Şimdi bu tarz insanlar ikiye ayrılıyor : Birincisi gerçekten çok yavaş yazanlar ve “on parmağa” yakın kullanamayan insanlar (“ay ben yavaş yazıyorum kusura bakma” en çok kullandıkları özür ifadesidir) , ikincisi de özellikle karşı tarafı düşünmeye sevkeden veya gerçekten karşı tarafı gıcık edip heyecanlandıran tipler olabiliyorlar...İnsanı asıl manyak eden bu gruptur herhalde...
Her kelimenin ve cümlenin ardına “:D” koyanlar : Gerçekten sıkılmış veya sıkıcı insanlardır...Cümlede vermek istediği anlamı tam veremezler ve sıkıntı yaşarlar bunu da telafi etmek için “ :D” koyarlar yine de başaramazlar...Tam bir “kaybeden rolünü oynamak” diyebiliriz bu durum için...
Sürekli “smiley” ve özel efektli yazıyı tercih edenler : İnsanı canından bezdirici özelliğe sahip insanlardır...Özellikle her bir durum için ellerinde bir "smiley" bulunur...Diyelim çok sevinçli bir durum mu söz konusu hemen dans eden kız , ponpon ve daha bir ton gerizekalı şeylerle ekranınızı süslenmiş olarak bulabilirsiniz...

Kısa kısa durumlarına göre:
Çevrimiçi : Gayet hoş insanlardır , yeşil renk bir huzur mu veriyor bilmiyorum da insanları MSN’de daha samimi yaptığı bir gerçek bana göre...
Meşgul : “Ne idüğü belirsiz” insanlar için geçerli bir durumdur...Ne yaptığını bilemezsiniz arada kalmış insanlara da örnek olabilir...
Dışarıda : Benim en çok kullandığım , aslında samimiyetten uzak ama gerektiğinde konuşmayı yeğleyen insan modeline örnek olabilir...Bazen dışarda modunu cidden dışarda olarak algılayıp bu insanların konuşmaları için diretmemeniz gerekir...
Çevrimdışı görün:Kaçak oynarlar...Birçok seveni veya düşmanı olan tiplerdir , hayata nötr kalamazlar...Bazen sıkça konuştuğu insanların bile onlarla görüşmesini engelleyerek kendilerini altın tahtta oturuyor sanabilirler...Sadece kendileri istedikleri zaman konuşma başlatarak biraz olsun “bencil” zannedilebilirler...
Yokum diyenler: En nefret ettiğim gruptur...Bilgisayar başında olmasalar dahi programı açık tutarak ne yaptıklarını hiçbir zaman öğrenemediğimiz insanlardır...
Boşta , telefondan giren , bilmem ne’den oturum açanlar : Bende konuşma isteği bırakmayan tiplerdir , üzülsen olmaz gülsen olmaz,konuşsan hiç olmaz...
Otomatik İleti bırakıp kaçanlar : Benim de içinde bulunduğum grup , bazen güzel bazen kötüdür ama sanırım yaşamı kolaylaştırır biraz olsun...

Nickleri’ne göre’ye özellikle girmek istemiyorum çünkü binlerce tip var çok spesifik olacağı için ele almadım...Sonunda sustum şimdi biraz düzenleyim yazıyı bakalım...

ᵪḬ∞

-qwpoqkwpqndaskadnaslasnldaladsknqwıo3jğffjawfwfFFFfw33f32f32f32f32f32

--3232kfo2pfk32p2kk0920rjlmdsvlkasnmVŞBKJflıebjjlgnewşglknewglşnWGjNEKŞLnKJNıuşlbnıbLHBhuLBLIbhjwefnjşefnoNDİWOQNFEWLKFNEWKLFWNFKLWNFŞLEWNFŞLWENFLEWKNFWL ÖMFFN ÖMEWNFEWÇNMEFEWŞLFKEWNŞFLNŞOFN32IFO2WEOFKWPFOKEWPOFKşrejgenjklgnelkwqdlqwkjdpıo3290j4po3jpfojdewşldmnadblkfewnşwfkmewkflmewfşkrnmelgntrjlnsdmlewfnlknfeqwşklfnqnekşlfnekwknflknqefwlşqfnewnfqşo4gn54upogq54ıo4hqı3tjq34ppq3ıjo4tjoqtjo4iğtj34qjtpşo4jglqkewmfqlwmföççfözcvccövxmczvcvmcvmaererrqrg.rq...

Q34kqkg4op3gko43kpog090j4po3jpfojdewşldmnadblkfewnşwfkmewkflmewfşkrnmelgntrjlnsdmlewfnlknfeqwşklfnqnekşlfnekwknflknqefwlşqfnewnfqşo4gn54upogq54ıo4hqı3tjq34ppq3ıjo4tjoqtjo4iğtj34qjtpşo4jglqkewmfqlwmföççfözcvccövxmczvcvmcvmaererrqrg.rq...
Q34kqkg4op3gko43kpog09k90k90k0k9kq4pgokgşlgagöçdmdçömmcöçzöm cömçx.çn nan afşerwn fQWDşognk elrngklenklnq3şogşınoo34ı4ışog3ınqıogınIŞOFHEWIOLSHİİHİGTFÇHİGFÇHGSFHİG AAFE

FW-WF-F----F...F32K32OP32KPDWjWDŞLKWadwşlNDWKJLN32N33DINI32NOD3NDIODDLŞmldsmmdzömcxöçxcmz.çfngs.gngrnnklnknkgrknleklqruu3ıı3ıu32ıuu32u32ıu32ıu3ı32u5y3htjsadkldkfşoadfspkdspfskpofpodkaspfkpownfewıjbfwlKW
EBNKİLKJBnşjbjbjEFŞBJBJŞQBFEBJWWEWFEBJFBWJFBEBWFEWBFEBWFEWFŞLMEWFWEçççdwqçdqwç2ç12192u1aaqfeowkfkpoeoewkfoepwfnudu bchzhbrr wefkoewfkwefpoewkjq29818j98j9898918129829...

1321313129031919109ewqeqııqewweıqıeoqwıepqwepwıoqfrmdsfmdöfm fmlfmw lefm wlf lfwmlkf ewkmlwfme lewmfewf32ıu32n 23f2 ıon3f2fı32fn32ıın3f2oıno3f2n f2f32 ın3f2 ıno32fn2oınf2o0920209r2j09rjropwşeflzsklfdgrkmls.tkmlterkşlgtmaşwflmewşofımwşo 32mf2ıo nt2ıof2nm ogfı2nmfıo32mfıo32mf32ıofm2ıo2mf 2 F IMO32FIMO 32IMO IMO IMO 2IMOFM 2FŞLEARÇ ÖFM AÖÇNEF lrn2o2ıng43j09 309j3ğqpfo4m f mödfç M FÖÇFM Ç2Ö4FM44 32Ş MİXM PM XPM OIX m oımXMxoış ngşl34gk 34g3 4 ...

Ewqkodwoepdkepodkpo wo ewkpodwo wkperjoıgerıg erjıogerjgıjoergıjerıogjerföm öçadsmç zmczdöçmcöçm cdöçsmzcmewamfpoermg proermgpoemgpogmpo3 mpomp mo3232 34m9g 93q4gj3q4g m34qpgmo34gm34ş g3gmş l3mşl4 gmş 34mg ş l3mg ş 3lgm 3ş gm34şmg 3şlgm 3 mlg 3m şlgmşlg 343mşl ml3gmşl3gm3şl mşl3g.af.sçfa.dfösçfödz şfpofp342om3po pog ....
Wefkpofwoeppefkwkpoefwkoefwkpoefwpoewpo ewfewfewfwf23f203203f20f3203f201f11qwqwwqqw qw qwqweqweqweqweqweqweqweprwğplrweplğplELĞDPPLDWĞPLDĞDWĞDĞdLFEJFIOOFJOQINDQOWDNMLQKDmqdömq.döm.qdçÖMQDÇmdm DPm121dpodmmfq34ıogm4gop3iDMPOD3İ32MOF3O2FMP32MFŞLdqdşlmqdwqw.QD.QDW.W.d.w.d.d.d.wqdw.wqd. qd..qwdq..dqqwd3f2f32f32pf323f2p323f211002121k21e201e1eıkrowekkf0wef9ewf8ew8wef8wef88wef89320328r092r932r32j rı32ojrl 32mr32 2...
32plr332rğ32lrğ32jı212jne1oeı1neımaşdamdsma.fwekşfamşgomı34ıgom32eipo12öe21ipeoömmoım 2gm42oıgm 42g2ıomg2m1111o32kt3tpo 112POR PO2KR32P ORK32PORK32PO RKRm111 qqqq....